Aklı olan delirsin!
2/6/2020
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm, bir film…
1/16/2020
2019'a 'Darağaç'la veda ederken...
1/1/2020
“Hüzünlü gözlerle ufka bakan iki insandan birisi konuşuyor
Diyor ki boşluğa kırgın seslenerek :
İnsanın oğlu insanın
Aymazlığına baksın da,
Tekerleği bulduğuyla övünen
İkiyüzlü tarih utansın”
Dengeli, cızırtısız bir yazı yazmak, bir şiir gibi esip gürlemek… Böylesi günlerde pek de kolay olmuyor.
‘Acıyı hissediyorsan canlısın, başkasının acısını hissediyorsan insansın’ diyen cümleler, merhamet yorgunluğuna şifa da getirmiyor, daha da yoruyor esasında. Moral bozukluğunuzu, sosyal medyada bayrak veya siyah kurdele paylaşmanın ya da profil resminizi yeni bir acının resmiyle değiştirmenin ya da karartmanın düzeltmeye yetmediği, iç ferahlığı yaratmadığı gibi… Eğer yeni bir bilgi vermeyeceksiniz, yazı yazmak da öyle. Susuyor görünseniz de… Susmaya gönül razı değil, o da ayrı…
Gülücüklerin azaldığı, ‘inanılmaz/üzgün/kırgın ve kızgın’ emojilerin arttığı ama yine de bizi feraha çıkartmayan bir iklim egemen artık. Gördüğümüz her siyah paylaşıma tıkladığımız ağlamaklı/kızgın ifadeler, ne vicdanımızı rahatlatıyor, ne de bizi klavye hislisi olmaktan kurtarıyor; dahası, sanki ‘çaresizliğimizin’ altını çiziyor her seferinde. Daha acıtıyor.
“Denize bak geçer” dediler
Balıkçı tekneleri geçti,
Martılar geçti,
Rüzgar da geçti denizin hüznünü sırtlayarak.
Geçmedi yaram,
Geçeceğe de benzemiyor
Geçmeyen şeyler de var demek ki…”
*
Bilmiyorum nedenini. Belki ana rahmine dönme isteğinin şiddetiyle, belki çok daha karmaşık sebeplerden, annemi daha çok anarken, anlattıklarını anımsarken buluyorum kendimi bu aralar. Bütün ‘topraktan öğrenip/kitapsız bilenler’ gibi olduğunu… Bunu ancak ölümünden çok sonra anlamak ayrı bir kalp ağrısıdır benim için ama konumuz bu değil. Konumuz, ondan ‘ölüm’ üzerine, kendimi henüz ‘ölümsüz’ olduğumu zannettiğim yıllarda dinlediğim, bir kulağımdan girip öte kulağımdan çıkmış darbımesellerin, hikayelerin bıraktığı tortulardan birini daha hatırlamış olmam.
Kendi kuşağı gibi küçük yaşta evlenip, küçük yaşta anne olmanın verdiği kavrukluktan nasibini almış hemcinsleri gibi, hem kabullenişi hem isyanı içinde biriktirmiş kadınlardan biriydi annem. Kimbilir hangi kayıpla dertlenirken, benim daha o zamandan belli bitip tükenmez sorularımdan birine cevaben demişti ki,
“Allah ölümü önce dağlara vermiş, dağlar yarılmış acıdan. Sonra nehirlere vermiş, nehirler taşmış, ağlamaktan kurumuş. Rüzgara vermiş bu kez ölümü, esip esip tükenmiş. Hepsi bir olup; “Al bu acıyı biz dayanamıyoruz” demiş. Sonra insana vermiş ölümü Allah. İnsanoğlu acının ilk haliyle yanmış kavrulmuş ama… Bakmış ki Allah, bir tarafta ölürken birisi, diğer tarafta doğuyor bir yenisi! Bir tarafta kalkarken bir cenaze, diğer tarafta evleniyorlar, düğünler oluyor. Bize bırakmış ölümü. Biz kaldırmışız o acıyı, o gün bugün… Hayat dediğimiz böyle işte!”
“Acımasız bir teselli söylemimiz, ‘Hayat devam ediyor’ diyen bilindik bir klişemiz var bizim; ‘acını içine göm ve yaşamaya devam et!’
Realite böyledir, ölenle ölünmez, çünkü hayat o/onlar öldü diye durmaz elbette. De…
Yarım kalınır, yalnız kalınır, sahipsiz kalınır, umutsuz kalınır, anlamsız kalınır…
‘Gencecik çocuklar, gençliği göremeden çocuklar öldü, bizse yaşıyoruz’ diye nefes alıyor olmaktan utanılır.
Evladını yitirmiş anne babaların yerine kendini koymaya, empati yapmaya çalışmak bile nefes keser, utanılır.
Okuduğun, izlediğin bir şeyde bir anlığına gülümserken bulursun kendini, utanılır.
İçinden ‘ne yemek yesem acaba’ diye düşünürsün, ölenler ve geride kalanlar aklından bir an olsun çıktı diye utanılır…
Vitrinlere aptal aptal bakarken, aklından ‘şu çantayı/ayakkabıyı alsam mı’diye geçer gayri ihtiyari, utanılır.
‘Çok şükür çocuklarım sağ, yaşıyorlar’ diye düşünmekten, paylaşmasan bile gizliden gizliye içinden geçiriyor olmaktan utanılır…
Elbette hayat ölenlere/öldürülenlere, elleri kanlı katillere, gelecek katliamlar için el oğuşturan barbarlara rağmen devam eder. Teselli olsun diye söylenir ama teselli etmez… Ölenle ölür bir yerler. Ölenle senden de gider bir şeyler. Hele ki yarıda bırakılmış hayatlarsa gidenler, sonsuza kadar kanar, yaran kabuk bağlasa da en yumuşak yerindir; yaşasan da artık yaralısındır sen” diye yazmışım 5 yıl önce, ‘unutursak yüreğimiz kurusun’ diye diye unuttuğumuz kimbilir hangi toplu canlar kıyımında…
“Dağ yarılır, nehirler kurur, rüzgarlar tükenir de acıdan, biz öylece yaşar mıyız sanki” diye mırıl mırıl konuşuyorum annemle hala, biteviye… Yüzüne bakmaya kıyamayacağın, annelerinin doyamadığı gençler ölüyor yine çünkü. Birileri için ‘tane’, anneleri, babaları, sevdikleri için ‘birtanesi’ olan gençler. Ama cevap gelmiyor artık annemden…
*
Aslı Perker’e “Flamingolar Pembedir” kitabı için yapılan bir röporta soruyorlar:
“Bahriyeli, sessiz bir çocuk olmasına rağmen her daim annesiyle konuşuyor. Bence bir insan hayatta onu tanıyan ve hatırlayan tek bir insan kalmayana kadar gerçekten ölmez. İnsan kayıplarını unutmaktan korkar. Bahriyeli’nin anneannesinin ölmeden bir gün önce uyanıp yıllar sonra onunla sohbet etmesi örneğin. Son bir an herkesle beraber yaşadığını hissettiğin an oldukça önemli. Peki bu aklın içindeki hayaletler insana ne yapar?”
“Ben buna hayalet kalp diyorum” diyor Perker ve devam ediyor:
“Biliyorsunuz hayalet uzuv diye bir kavram var. (*)Beynimizde her uzvumuzun bir haritası var ve uzuvlardan biri kaybedilse dahi onun haritası hemen beyinden silinmiyor. O yüzden kolunu kaybeden bir askerin yıllar sonra hâlâ kolu kaşınabiliyor, çünkü beyninde hâlâ kolu var. Beyin o kadar kuvvetli işte. Diyorum ki sevdiklerimizin de birer haritası var herhalde beynimizde ve onlar gitti diye hemen silinmiyor. Hayalet kalple yaşıyoruz. Bahriyeli kendisine bir şey olursa annesinin tamamen unutulup gideceğinden korkuyor örneğin. Çünkü onun beynindeki izi de silinmiş olacak.”
Belki yarılmıyoruz, belki kabarıp taşmıyoruz, belki esip esip tükenmiyoruz… Yüreğimiz bunca ölüme, bunca acıya rağmen kurumuyor, durmuyor. Da. Hiçbir şey ama hiçbir şey, hiçbir yer eskisi gibi olmuyor. Sanki bize ait değil artık sevdiğimiz şehir, oynadığımız sokaklar, ülkemiz, hatta evimiz. Hiçbiri... Hiçbir yere sığamıyoruz artık. Hayalet kalpler her yanımızda, giderek çoğalıyor. Kaybettiğimiz her genç, yaşanmadan yitirilmiş her hayatın gölgesi, her yanımızda. Her nefesimizde. Unuttuk zannettiğimiz her anımızda. Hep aramızda. Kurumuş kanlarıyla… Yaşatamadığımız her canın, her gencin vebali /hayalet kalbi hep üzerimizde... Aklımız bir dizi genç mezar…
Üzgünüm çok, çok üzgünüm… Yine de umuda sarılmaktan başka çaremiz yok, en çaresiz hissettiğimiz anlarda bile. Hayat öyle ya da böyle, eksik, kırık devam ettiği sürece…
“Çoktan eskimiş dünyanın kumaşı
Yeni elbiseler dikmeli
Umuttan bir etek
Düşlerden bir mintan mesela
İyi şeyler de olur belki
Bulut kirpiğini kapattığında
Yağmur da yağar
Karanlık sarmışsa dünyayı ne gam
Yarın gün yeniden doğar.” (**)
(*) Hayalet Uzuv Sendromu: Bir uzvunu kaybetmiş ya da operasyonla aldırmış kimselerin; uzvun alındığı bölgede hala uzuv 'varmışçasına' ağrı çekmesi durumuna verilen genel ad. Hayalet Uzuv Sendromu Nöroloji ve Psikoloji’nin ortak çalışma alanlarından birisidir. Kesilmiş veya bir şekilde kaybedilmiş bir uzvun hala bedene yapışık olduğu, diğer uzuvlarla birlikte hareket ettiği veya ağrıdığı gibi duyumlar bu sendromun en belirgin şikayetlerindendir.
(**) Tüm şiirler, yoldaşım, okuldaşım, meslektaşım sevgili Kifayet Ceylan’a ait. ‘Düş Yasak’ kitabından, Klaros Yayınları.