İlk kez 1993'de Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı'nda önerilen "Dünya Su Günü", gerek BM üyelerinin, gerekse diğer dünya ülkelerinin giderek büyüyen temiz su sorununa dikkat çekmek, içilebilir su kaynaklarının korunması ve çoğaltılması konusunda somut adımlar atılmasının sağlanması amacına yönelik dikkat çekmesi, farkındalık yaratılması, teşvik edilmesi amacıyla farklı konularda oluşturulan önemli günlerden biri.
Öncelikle bir yaşam hakkı olan su, içinde bulunduğumuz yüzyılın en stratejik unsurlarından biri. Zira gün geçtikçe erişimi açısından daha çok kaygılandığımız gıdanın da temeli.
Her yıl bu günde su kaynaklarımızın önemine, aslında su fakiri bir ülke olduğumuza, su kaynaklarımızın her geçen gün daha çok kirlenip azaldığına, suyu tasarruflu kullanmamız ve su kaynaklarımızı korumak gerektiğine v.s. vurgular yapılır.
Elbette neredeyse hepsi doğru ve çok değerli bu görüşler ve etkinlikler tıpkı diğer özel günlerdeki gibi iş somut sonuçlara ulaşmaya gelince söylendiği günde kalır ve her yıl aynı tekrar yaşanır.
Musluklarınız damlatmasın, dişlerinizi fırçalarken suyu kapatın gibi uyarılar bir duyarlılık-farkındalık yaratmada önemli olsa da biliyoruz ki kullandığımız suyun %70 den fazlasını tarım için harcıyoruz.
Bu nedenle, artan gıda ihtiyacı ve tükenen su kaynakları karşısında hep söylediğimiz, hatta haykırdığımız ve tarımda yaşanan sorunların da temeli olan planlamanın önemi bir kez daha karşımıza çıkıyor. Tarımda üretim ilişkileri ( bu konuda daha önce farklı şekillerde bahsettik) açısında da planlama denilince su varlıkları ve kullanımı üst başlıklardan biri haline geliyor.
Biraz daha açıklayıcı olmak açısından bölgemizden çarpıcı bir örnekle devam edelim.
Son yıllarda ülkemizde yıllık yaklaşık 24 milyon ton olan süt üretimimizde İzmir ilk sıralarda yer alıyor ve ilimizdeki süt üretiminin önemli bir bölümü de Küçük Menderes Havzasında gerçekleşiyor. İzmir ilindeki büyükbaş hayvan sayısı yaklaşık 800 bin civarında ve Türkiye sıralamasında en çok büyükbaş hayvan varlığı olan ikinci il İzmir. İzmir’in de 550 bin dekar alanda yıllık 3.200.000 tonla Türkiye üretiminin %12 sini yaptığı silajlık mısır üretiminde de birinci sırada olması elbette doğal bir sonuç.
Bir kültür ırkı büyükbaş hayvan için günlük su ihtiyacı ortalama 150 litre ( bulunduğumuz iklim kuşağında yaz aylarında çok daha fazla ) ve 1 dekar mısır için su ihtiyacı da 700-800 tonlara ulaştığını göz önüne alarak bir hesap yaparsak toplam su gereksinimi için gerekli sıfırlar benim kafama sığmıyor. Ama her geçen kuruyan akarsular, daha derinlere kaçan yeraltı suları ve artan su maliyeti gözümüzün içine can yakarak girmeye devam ediyor.
Peki biz ne yapıyoruz? Ödemiş-Tire bölgelerimizde süt sığırcılığını büyütmeye devam ediyoruz. Son yıllarda o bölgeye yapılan süt ve yem fabrikaları yatırımlarına bakarsak korkarım bu iş kalıcı.
Oysa hayvansal üretimin temeli bitkisel üretim. Bitkisel üretimde ilerlemeden gelişen hayvancılığın temeli hep boş kalır. En verimli arazilerimizi silajlık mısıra teslim etmek de bizi en azından şimdilik susuz, sonrasında da aç bırakır.
Hayvancılık merada olur; birinci sınıf tarım arazilerinin göbeğinde olmaz.
Bu kadar su ve ota gereksinin duyan ve üstelik sıcak sevmeyen bir üretim aracının ülkemizin daha yağışlı ve ota daha kolay ulaşabilir bölgeleri varken Küçük Menderes Havzasını Türkiye’nin Hollandası yapmakla övünmek hangi aklın ürünüdür?
Üretim ilişkileri doğrultusunda “tarımda planlama” dan başlamak üzere “su bütçesi”, “su maliyeti” ve “su hasadı” artık daha fazla kafa yorulacak fikir üretilecek konular olmaktan çıktı. Bir an önce uygulamaya geçirilmesi gereken kavramlar. Sularımız ve hayatımız tükenmeden; hemen.
Yolunu kestiğimiz su kendiliğinden yolunu bulamaz artık.