CHP Genel Başkanı Özgür Özel, uygulamaya başladıkları normalleşmenin süreceğini, bu yaklaşımın geniş seçmen kitleleriyle iletişim kurmayı hedeflediğini söyledi.
Özel, "Normalleşmeyi şöyle pazarlamaya veya nitelendirmeye çalışıyorlar: Sanki bir koalisyon arayışı... Birlikte koalisyon kurmak, birlikte ittifak yapmak, birlikte Anayasa değiştirmek. Bunların hiçbirisi yok. Çünkü ben Erdoğan hükümetinin 22 yıllık yükünü sırtıma alma niyetinde değilim" dedi.
Özel, Ankara Büyükşehir Belediyesi’ndeki bir konsere atfen getirilen iddialara ilişkin, “Bilgi aldım, ifade edilen rakam tek bir faaliyet ve sanatçı için değil, birçok şey var içinde. Biz 417 belediyemizi bu faaliyetleri ortaklaşa tek elden, daha uygun fiyatlara yürütebilmesi için hazırlık yapıyoruz. AKP’li Kocaeli Büyükşehir Belediyesi 189 milyonluk benzer bir ihale yapmış. Bu konuyu tasarruf genelgesine koymamaları da dikkat çekiyor” dedi. Başka siyasi aktör ve liderlerin yaklaşımlarına göre değil, özgüvenle siyaset yaptklarını dile getirdi. Özel, Ahmet Türk’e destek için gittiği Mardin’de DEM lideri Tuncer Bakırhan’ın sözleri nedeniyle kendilerinin eleştrilmesine karşı çıktı. Özel, “O otobüs cumhuriyetle hesaplaşma otobüsü değil. Bakırhan yanlış yapmış” dedi.
Özel dün akşam Ankara’da bir grup gazeteci ile bir araya geldi, değerlendirmeler yaptı, soruları yanıtladı. Özgür Özel’in değerlendirmelerinden öne çıkanlar şöyle:
''NORMALLEŞMENİN İSİM BABASI BENİM''
''Sosyal medya üzerinden olur olmaz eleştiriler, iddialar olduğu için algıyla olgu yer değiştirmiş durumda. Normalleşmenin isim babası benim. Aslında o sürece Sayın Erdoğan da bir isim takmaya çalışıyor ‘yumuşama’ diye. Ama toplumsal kabul normalleşmede karşılık buldu ve Erdoğan artık yumuşama demeyi bıraktı. Arada da bahsederse normalleşme diye bahsediyor. Şimdi esas mesele şu. İsim babası şöyle benim... Ben 31 Aralık günü bizden daha az oyu, milletvekili olan bütün liderleri aramıştım. Ama Erdoğan beni genel başkan seçilmemden sonra aramamıştı. Onun için de kendisini aramamıştım ve Abdullah Güler’i o aramıştım. Çünkü o aramıştı beni kutlamak için. AKP’lilerin yeni yılını senin üzerinden kutlarım diye söylemiştim. ‘Genel başkanınızı arayamıyorum. Çünkü o da beni kutlamak için aramadı’ demiştim. Ama 31 Mart akşamı CHP 47 yıl sonra birinci parti olunca ben dedim ki artık bana düşer. Nisan ayının ikinci haftasından başındaki bayramda Erdoğan dahil bütün liderleri aradım. 23 Nisan’da yanılmıyorsam Anıtkabir’de karşılaştık. Telefon görüşmesinde de konuşmuştuk. ‘Ben sizi ziyarete geleceğim’ diye söylemiştim. Mayıs ayında ben onu ziyarete gittim. Haziran ayında da Erdoğan beni ziyarete geldi. Bu süreç için de bana sorulduğunda da ‘Ne yapıyorsunuz?’ diye ‘Ya bir şey yapmıyoruz. Normali bu. Normalleşiyoruz’ dedim. Ülkenin birinci partisiyle ikinci partisi ya da ana muhalefet partisiyle yürütmenin başındaki bir kişi el sıkışır. Arada bir ihtiyaç görürse görüşür.
Bunun dışında normalleşme meselesinde bazen işte şöyle söylüyorlar: ‘Efendim yumuşak muhalefet mi yapıyorsunuz?’ Eskiden yerel seçim geçerdi. Yerel seçimden sonra iki buçuk yıl kimse miting yapmazdı. Ben yerel seçimden sonra 9 tanesi tematik toplam 13 tane miting yapmışım. Yine yerel seçimden sonra örneğin tarımla ilgili, emeklilerle ilgili, asgari ücretle ilgili kampanyalar yapmışız. Şimdi de çok etkili bir iki aylık yine ekonomik bir kampanyayı başlatmak üzereyiz. Ben hangi sözü eksik söylemişim? Hangi adımı geri atmışım? Bu iktidarı yaptıklarının hangisinin karşısında geri çekilmişiz? Öyle bir şey yok.
''KOALİSYON, İTTİFAK ARAYIŞI YOK''
Normalleşme lafına sosyal medyada, orada, burada çeşitli anlamlar yüklüyorlar. Yalan dolan. İstismar ediyorlar. Eksik yaptığım bir tek şey var. Ben Erdoğan’a ya da Sayın Bahçeli’e hakaret, iftira ya da sokak kavgasında söylenmeyecek sözleri söyleyip; bu milletin siyaset kurumuna güvenini sarsacak, siyasetin itibarınızı edilecek işler yapmaktan kaçıyorum. Bunu oldum olası doğru bulmam zaten. Eleştiri başka bir şeydir mesela. Bunu kullanılsın diye söylemiyorum. Örnek, meramımı anlatmak için... Mesela bugün Süleyman Soylu’ya siyasi bukalemun demek, hem içinde espri de olan hem de bu bir hakaret değil. Ama şerefsiz demek hakaret. Süleyman Soylu, önüne gelene şerefsiz, ahlaksız, namussuz... Ben mesela bu tip şeyleri yapmam. Ama Erdoğan’a en ağır eleştirileri söylerim ve burada hiçbir şeyi eksik yaptığımızı düşünmüyorum ben. O yüzden normalleşme bitti mi meselesine bitmedi, devam ediyor diyorum. Yarın yine karşılaştığımızda, bir şehit cenazesinde, düşünün bir ülkenin bir acıda ortaklaştığı en üst noktadır şehit cenazesi... Ben bütün liderlerin elini sıkıyorum. Erdoğan’ın elini sıkmaya devam edeceğim mesela. Gelecek bayramda yine Erdoğan’ı ararım, burada bir sorun yok. Ama normalleşmeyi şöyle pazarlamaya veya nitelendirmeye çalışıyorlar... Sanki bir koalisyon arayışı... Birlikte koalisyon kurmak, birlikte ittifak yapmak, birlikte Anayasa değiştirmek. Bunların hiçbirisi yok. Çünkü ben Erdoğan hükümetinin 22 yıllık yükünü sırtıma alma niyetinde değilim. Neden ittifak kurayım yani? Biz Türkiye İttifakı’nı kurduk. Neden onunla koalisyon kurayım? Mümkünse tek başımıza, olmazsa da başka muhalefet partileriyle koalisyon halinde biz Türkiye’yi yönetmeye talibiz. Koalisyon ortağı olduğun zaman artık eleştiremezsin de aynı doğruları savunacaksın. Böyle bir şey olmaz yani. Çok net.
Ama normalleşmenin bir başka tarafı var. Normalleşme, popülist liderlere rağmen onları aşarak; kitleyle konuşmak aynı zamanda. Bu sürecek. Yani Erdoğan’a rağmen AKP’lilerle konuşabilmek. Bahçeli’ye rağmen MHP’lilere seslenebilmek. Değerli Murat Sabuncu’nun eşi mesela kutuplaşmanın toplum üzerindeki etkilerini çalışıyor. Ben onu çok yakından takip ediyorum. Mülakat da yapıyorum kendisiyle. Kutuplaşma çalışan akademisyenleri de arıyorum, görüşüyorum falan. Ben kutuplaşmayı hem sahada gördüklerim hem akademik çalışmalarla çok muhalefet aleyhine bir durum olarak görüyorum. İktidarla muhalefetin birbirine hakaret ettiği büyük kavgaların çıktığı noktada anne ile babanın kavga edip de çocuklarının kulağını kapatıp ‘İkinizi de duymak istemiyorum’ diye haykırdıkları bir durum yaşanıyor. Ona benzer bir durum yaşanıyor. Seçmenin herkese kulağını kapaması muhalefetin lehine değil. Ben mesela üzüm, fındık, fıstık, çay fiyatını eleştireceğim. Seçmen kulağını kapacak. Ben ÖTV’siz KDV’siz mazot diyeceğim, seçmen kulağını kapacak.
''ERDOĞAN KAYBEDECEĞİ SEÇMENİ ARKASINA TOPLAR''
‘Zenginlerin pandemide aldığı kredi garanti fonunu faizlerle adamların hepsi yat, kat bilmem ne uçak sahibi oldu. Yüzde sekizle ödüyorlar. Küçük esnafa 9’la vermişsin, 25’e çıkardın esnaf kefaleti’ diyeceğim. Kulağı kapalı esnaf beni duymayacak. Niye? Gerginlik yüzünden, kutuplaşma yüzünden. O yüzden bu anlamda tansiyonun düşmesi çok faydalı. Normalleşmeye dahil olan bir şey de tematik mitinglerdir. Tematik mitingler, milyonluk ya da 500 binlik, 100 binlik mitinglerin aleyhine ki geçmiş dönemlerde de parti içindeki tartışmalarda Miting yapalım dendiğinde ‘Yapmayalım. Çünkü mitingler karşı tarafı konsolide ediyor. Bir araya getiriyor’ sakınması oluyordu. Evet bir milyonluk miting yaparsan bu değerler üzerinden olabilir. Bir milyon kişiyi değerler üzerinden toplayabilirsin. Bu miting senle aynı değerleri paylaşmayan insanları birbirine kenetler. Hatta mesela Erdoğan’a karşı ayağa kalkma mitingi yapmaya kalkarsan, Erdoğan’ın kaybetmek kaybettiği yeni kaybettiği ve kaybetmek üzere olduğu bütün seçmenleri Erdoğan arkasına toplar. Ama Erdoğan’ın memleketinde çay mitingi yaparsan mitinge gelemese dahi kenardan izleyip, ‘Çaya 25 lira verilmeli’ deyince seni alkışlayanlar olur. Ya da mitinge gelmese dahi kenarından geçen birisi Erdoğan’a karşı bir miting yapıyorken ‘Reisin arkasındayız’ diye bağırırken, çay fiyatı için miting yaptığında ‘Biraz daha bağır Özgür Özel’ içinden. Çünkü işine gelir. Sen mazot fiyatını eleştiriyorsan MHP’li taksi şoför yanından geçerken, ‘Aferim abicim, biraz daha bastırın’ der. Bir duygu köprüsü kurulur. O yüzden tematik mitingler normalleşmenin en can alıcı noktası. Tansiyonu düşürüp o kavgacı, otoriter, popülist liderin kitlesine gerçek sorunlarını söyleyerek onların gönlüne dokunabilmek ve kendini anlatabilmek...
Burada da kesinlikle bir takiye ya da mürayilik ya da olduğundan farklı görünme yok. Zaten benim derdim AKP’li, MHP’li, DEM’li, İYİ Partili ve CHP’li yoksulun. Ben sol partiyim, sosyal demokrat partiyim. Onların yoksulluğunun, işsizliğinin, onların mağdurlarının sesi olup, onlardan oy almaya çalışıyorum. Ben dikine kesen bir kimlik siyaseti ya da değerler üzerinden, kimlikler üzerinden, mezhepler üzerinden, inançlar üzerinden hatta etnisteler üzerinden bir siyasette küçük parça, büyük parça tartışmasına girmek yerine herkesi eline kesen bütün toplumun yoksuluna konuşmak, işsizine konuşmak. Normalleşmenin özü bu, sonuna kadar devam edecek.
ERDOĞAN'IN AÇTIĞI HAKARET DAVASI
Elinizi vicdanınıza koyun. Açın bir şikayet dilekçesine bakın. Hakaret ve iftira dediği ne var? Mesela hakaret davası açtı. İçinde hakaret yok. Ben demişim ki ‘Sayın Erdoğan’ın ortaya koyduğu yaklaşımla bakarsak 10 yıl geriye gidip; 10 yıl önce terör örgütü üyesiyle konuşmak, irtibat kurmak suçsa AKP’de bir tane suçsuz kalmaz, hepsi FETÖ’den içeri girer.’ Çünkü 10 yıl önce Fetullah Gülen cemaatiyle temas kurmayan neredeyse hiçbir AKP’li yoktu. Bütün davetlere, organizasyonlara, olimpiyatlara birlikte gidiyorlardı. Övüyorlardı. Bunu hakaret kabul ediyor. Bir gün önce sen bize söylüyorsun yani bu hakaret değil ki. Sen benim belediye başkanımı bundan görev alıyorsun. Benim hakaretten kastım gerçekten Anayasa Mahkemesi kararlarında hakaret kabul edilen, şimdi tekrarlamak istemedim ama geçmişte liderlerin birbirine çok ağır söylediği sözler, şerefsiz, karaktersiz, cibilliyetsiz, işte mendebur bilmem ne böyle laflara hakaret diyorum ben. ‘10 yıl geriye gidersek siz de 20 milletvekili bulamaz grup kuramazsınız’ lafıma ‘Bu ifadeleri kullanmakla milletvekillerimizi terörist, beni de terör örgütü başı olarak göstermek’ diyor. Şimdi bu hakaret değil.
Ben biliyorum ki Erdoğan’a göre normalleşme CHP’ye yarıyor. Bitirmenin maliyeti var. Bitirme bittittir. Bu yüzden de mesela teğmenlerin kılıç çekmesinde 8 gün sonra tuhaf bir reaksiyon verdi. Bizi 28 Şubat benzeri tepkiler gösterir miyiz umuduyla... Elbette Mustafa Kemal’in askerleri, Tirikopis’in askerleri mi diyecek deyip, 20 yıl öncesine, 25 yıl öncesine değil, 100 yıl öncesine götürdük. Mustafa Kemal’in askeri demek o. Oysa Tirikopis’in askeri diyen, keşke Yunan kazansaydı diyen birileri sizin yakınızda dedik. Ama her mevzuda böyle bir gerginlik yaratma ve bu gerginliğin üzerinden bir kutuplaşmaya katkı sağlamaya çalışan bir mevzu var.
''ERDOĞAN REDDEDİNCE GİTMEM DOĞRU OLMAZDI'
29 Ekim meselesinde Erdoğan’a bir çağrı yapmayı uygun gördüm. Sebebi de şuydu. Siyaset normal seyrinde devam etseydi başka şeyler olabilirdi. Ama büyük bir hamle yaptılar. Dediler ki ‘Abdullah Öcalan’ı çağırın. Abdullah Öcalan’ı çıkaracağız. Meclis’e gelecek konuşacak. Ben de o sırada dedim ki o zaman ilk önce yani ben Abdullah Öcalan’ı çıkartılmasına, Meclis’e gelmesine itirazım var. Ama dedim ki bir el sıkışma vardı. Devlet Bahçeli gitti. Abdullah Öcalan mevzundan önceydi bu. Ben dedim ki madem bir adım atılacaksa bir Ekim günü. Madem el sıkışıldı. Bu el doğru bir eldir. Sıkışılması doğrudur. Çok da bir sürü de siyasi risk aldım yani. Devlet Bahçeli’nin bu manevralarını olumlama gibi anlaşılıyor. Dedim ki bu el sıkışma doğrudur. Zaten normalleşme de budur. Bu eller sıkılmalıdır, havada bırakılmamalıdır. Erdoğan’a da düşen Çankaya Köşkü’nde bir Cumhuriyet resepsiyonu ya da tebligat töreni yapması ve hepimizin oraya gelmesidir. Bu tarihi fırsatı kaçırmayalım. Erdoğan bunu reddettikten sonra benim 29 Ekim törenine Saray’a gitmem doğru olmazdı. Çünkü biz bir çağrı yapıyoruz. ‘Atatürk’ün evinde yap bunu’, ‘Yapmam’ diyor. Eğer böyle bir süreç yaşanmasaydı tebligat törenine katılmayı düşünebilirdim. Ama o Çankayı reddettiği için bugün bu ama şimdi okuduğuma göre doğru mu bilmiyorum. Yani 10 Kasım'da Çankaya’da Bakanlar Kurulu yapıyor. Demek ki bizim bu çağrımızın bir karşılığı var veya o çağrımıza karşılık bizim dediğimizi yapmıyor ama kendi Çankaya Köşkü'ne dair bir şey yapıyor. Bu iş birazcık böyle birbirinin adımlarını bu kadar kolay. Bana 29 Ekim’de saraya gitmek mi düşerdi, Erdoğan’a gel bir adım at bütün partiler. Ben orada DEM’in bile katılacağı bir tebligat töreninden veya bir resepsiyondan bahsediyorum. Çağır hepsi gelsin partilerin. Ben gayret göstereceğim dedim.
''ÇAĞIR TÜM PARTİLER GELSİN''
Ben irili ufaklı bütün partilerin liderleriyle konuşabilen tek liderim. Tek. Başka yok yani. Bayramlaşan da bir tek biziz. Ben hepsiyle de konuşuyorum. Ve ben o törene tam kadro katılmak için çok büyük gayret sarf edecektim. Demokrat Partisi'nden Zafer Partisi'ne DEM’inden Saadet Partisi'ne zaten bence birçoğu kendiliğinden de gelecekti. Ama tereddütü olanı da ‘gelin bu 29 Ekim'i Atatürk'ün evinde hep beraber kutlayalım’ diyecektim. Ondan sonra bence hani sakın üstünüzü almayın. Bence soru Çankaya Köşkü'nde yapmayınca saraya niye gitmediniz değil. Böyle bir teklifi, çağrıyı niye yapmadınız? Bu töreni niye Çankaya Köşkü'nde yapmadınız? diye Erdoğan’a sorulması lazım. Bu tarihi bir fırsat yani. Ben elimi uzatmışım. O havada bıraktı. Bu arada Çankaya Köşkü aslında aslında şöyle bir şey var. Bir de Çankaya Köşkü yürütmenin yeri değildir. Devletin başının yeridir. Bugün 10 Kasım'da verdiği mesaj yürütmeye dair bir mesaj. Bakanlar Kurulu yapıyor. Bakanlar Kurulu'nu her yerde yaparsın da Cumhurbaşkanı olarak tebligat törenini Çankaya Köşkü'nde yaparsın. Yakışanı o. Hatta ve hatta sırf girilip el sıkışılıp gidilen o tebligat töreni için Çankaya Köşkü pek çok açıdan çok daha müsait.''
''ELİNİZİ VİCDANINIZA KOYUN''
Elinizi vicdanınıza koyun. Açın bir şikayet dilekçesine bakın. Hakaret ve iftira dediği ne var? Mesela hakaret davası açtı. İçinde hakaret yok. Ben demişim ki ‘Sayın Erdoğan’ın ortaya koyduğu yaklaşımla bakarsak 10 yıl geriye gidip; 10 yıl önce terör örgütü üyesiyle konuşmak, irtibat kurmak suçsa AKP’de bir tane suçsuz kalmaz, hepsi FETÖ’den içeri girer.’ Çünkü 10 yıl önce Fetullah Gülen cemaatiyle temas kurmayan neredeyse hiçbir AKP’li yoktu. Bütün davetlere, organizasyonlara, olimpiyatlara birlikte gidiyorlardı. Övüyorlardı. Bunu hakaret kabul ediyor. Bir gün önce sen bize söylüyorsun yani bu hakaret değil ki. Sen benim belediye başkanımı bundan görev alıyorsun. Benim hakaretten kastım gerçekten Anayasa Mahkemesi kararlarında hakaret kabul edilen, şimdi tekrarlamak istemedim ama geçmişte liderlerin birbirine çok ağır söylediği sözler, şerefsiz, karaktersiz, cibilliyetsiz, işte mendebur bilmem ne böyle laflara hakaret diyorum ben. ‘10 yıl geriye gidersek siz de 20 milletvekili bulamaz grup kuramazsınız’ lafıma ‘Bu ifadeleri kullanmakla milletvekillerimizi terörist, beni de terör örgütü başı olarak göstermek’ diyor. Şimdi bu hakaret değil.
Ben biliyorum ki Erdoğan’a göre normalleşme CHP’ye yarıyor. Bitirmenin maliyeti var. Bitirme bittittir. Bu yüzden de mesela teğmenlerin kılıç çekmesinde 8 gün sonra tuhaf bir reaksiyon verdi. Bizi 28 Şubat benzeri tepkiler gösterir miyiz umuduyla... Elbette Mustafa Kemal’in askerleri, Tirikopis’in askerleri mi diyecek deyip, 20 yıl öncesine, 25 yıl öncesine değil, 100 yıl öncesine götürdük. Mustafa Kemal’in askeri demek o. Oysa Tirikopis’in askeri diyen, keşke Yunan kazansaydı diyen birileri sizin yakınızda dedik. Ama her mevzuda böyle bir gerginlik yaratma ve bu gerginliğin üzerinden bir kutuplaşmaya katkı sağlamaya çalışan bir mevzu var.
KEMAL KILIÇDAROĞLU İLE İLİŞKİLER
Şöyle eski süreçlerde Kemal Bey'le kurduğumuz ilişki önceki genel başkanımıza vefamızı, iyi niyetimizi, kendisinin iyi olmasına ilişkin temennimizi söylediğimiz bir ilişkiden başka bir şey değildi. Son süreçlerde Kemal Bey bir başka çizgi benimsedi ve o bizi eleştiriyor. Ben de her yerde şunu söylüyorum. ‘Önceki genel başkanın mevcut genel başkanı koruma kollama ve ona onu sakınma görevi yok. Ama mevcut genel başkan, önceki genel başkanları sakınma görevi var. Ve ona karşı saygıda kusur etmeme görevi var.’ Ben o saygıda kusur etmemeye çalışıyorum. O yüzden. Kemal Bey’in söylediği sözlere çok dikkatli şeyler söylüyorum. Ama öyle Kemal Bey'i hedef alma diye bir şey olmaz yani, yapmam, doğru da olmaz.
'ÖCALAN' ÇIKIŞINDAN ERDOĞAN'IN HABERİ VAR MI?
Arkadaşlar şöyle bir partinin genel başkanı olduğum için başka partilerin genel başkanlarının pozisyonlarıyla ilgili varsayımsal ve böyle tahmine dayanan ‘bence şöyledir’ gibi sözler söyleme imkanım yok. Yani şöyle cevap verebilirim. Sizi de tamamen boş çevirmemek adına... Birbiriyle uyumsuz bir şekilde birbirlerine hatta dendiği gibi işte aslında destek verir gibi yapıp meydan okuyorlar. Destek verir gibi yapıp işte rest çekiyorlar. Bu kötü bir yönetim ve Türkiye'ye hiç faydası yok. Bu kadar ciddi bir konuda birbirleriyle konuşmadan bunları yapıyorlar ve medya üzerinden restleşiyorlarsa hani çocuk oyunu oynamıyoruz. Bu işin bir tarafı şehit cenazesi yani. Şehit cenazesi gelmesin, anneler ağlamasın diye terör bitsin diye çıkılan bir yolda ülkeyi ittifakla yöneten birileri birbirlerine rest çekiyor bilmem ne yapıyorlarsa bu çok kötü niyetli, çok kötü bir yönetim. Ve öyle kimse Mehmetçiğin canı kanı üzerinden birbiriyle poker oynamasın yani. Çünkü ya benimsin ya kara toprağın dediğinde o kara toprağa yoksul çocukları giriyor yani. Yok birbirleriyle anlaşıp bunu yaptılarsa yine çok kötü bir yönetim. O da şundan; dünyada çatışmalı süreçlerin nasıl çözüldüğü belli. Kimsenin beklemediği, belki Abdullah Öcalan'ın bile beklemediği ‘beni bir gün bırakacaklar, Meclis’e gideceğim, Devlet Bey'in konuştuğu DEM’lilerle müşterek kullandığı kürsüye üçüncü ortak ben çıkacağım. Bunu ben konuşacağım ve serbest kalacağım.’ Herhalde Öcalan da bunu tahayyül etmiyordur.
Bu çatışmalı süreci çözmek değil, aksine bir kişinin özgürlüğü üzerinden pazarlığa girişmek. Bahçeli’nin ağzından çıkardığı bakla gibi Erdoğan'a yeniden seçilme için anayasa değişikliği almak. Bir al ver yani. Şimdi bu kadar şehit canını niye verdi? Terörle mücadele için. Erdoğan'ın bir daha aday olması için takas edilebilir mi? Bu olmaz. Bu çok ayıplı bir durum. Her iki durumda dediğim gibi kötü yönetim ve kötü yönetimin sonuçları çok kötü olur. Bu ülkeye hiç faydası yok. Sivil bir otobüsün üstüne çıkıyorsun. ‘DEM ile aynı otobüsün üstünde buluştular’ gibi şeyler söylüyorlar. Buna yeltenen, adamlar sırf Erdoğan'a bir kez daha seçilme hakkını sağlamak için Abdullah Öcalan'ı serbest bırakmaya niyetliler. Bu mu şimdi MHP'nin milliyetçiliği? Hani çok serttiler, çok katıydılar. Ben sırf ‘Yahu kardeşim bu üst bölgesinde bu çocuklar niye ölüyor? Ben imza atmadan önce gelin, bunu anlatın’ dedim diye Manisa'da şehit cenazesinde bir sürü insanı bana saldırtmışlardı. Devlet Bahçeli'nin, MHP'nin ve AKP'nin milliyetçiliğinin maskesi düşmüştür. Takke düşmüştür, kel görünmüştür.
ANKETLERDE SON DURUM
Partimiz anketlerde birinci parti. ‘Kaybedersem ben kaybederim’ Dediğim; Ben eleştirileri göğüslerim, üzerime toplarım ama partiye zarar verecek bir şey yapmam. Zaten parti anketlerde birinci parti diyorum. Meselenin kendisi bu. Yani kişisel olarak eleştiri alırım. Geçen zaman beni haklı çıkardı. Bakın bütün anketler geldi. O günlerde bana dünya kadar laf ettiler. Ama ayağa kalkma meselesinin partinin oylarını bırakın düşürmek arttırdığı ortaya çıktı. Çünkü CHP seçmenindeki ilk günlerdeki yüzde 62'lik kısım şimdi 75'e çıktı. Çünkü sağ seçmenin olumlu reaksiyonu bizim seçmenimiz açısından da önemli. Diğer seçmenlerin vermiş olduğu bu davranışı olumlayan tutumlarıyla da partinin oyları dahi arttı bundan. O yüzden geçen zaman beni haklı çıkardı. Liderlik bazen bunu gerektiriyor.
KURULTAY YOK
Önceki kurultayda seçim maddesinin konabilmesini ben söyledim. En aykırı maddede 36 karşı oy çıktı. Kurultayda 36 il başkanı beni destekliyordu. Sabah tamamıyla bir kahvaltı yaptık. O günden beri de 81 il başkanı en çok da tüzük kurultayını sahiplendiler. Vallahi kendine güvenen tüzüğü açsın okusun, ne talep ediyorsa etsin. Kimse benden öyle kurultay bilmem ne talep etmesin, güven oyu talep etmeyin. Şimdi ben ‘Hodri meydan bir kurultay yapalım’ desem iki ay onunla meşgul olacağız. Özgür Özel kurultayı kazanacak, Özgür Özel güçlü lider olacak ama partinin oyları içe döndüğümüz için yine düşecek. Bunu mu istiyorlar? Partinin oyunu düşünmek pahasına kimse benden kurultay dilenmesin. Gücü olan gitsin kurultaya ki yok öyle bir güç... En iyi kurultayda bile parti içe döndü diye güç kaybediyoruz. Benim işim Erdoğan'ı erken seçime zorlamak, birilerinin işi beni kurultaya zorlamak ama gücü yok benden istiyor. Benden rica ediyor. Senin gücün yok, kuvvetin yok, kudretin yok. Geçmişte ezdiğin örgüt karşına geçmiş, yanında değil. Sen dönmüşsün benden kurultay talep ediyorsun. Bunun karşında ne olacak? Parti yine kendini tartıştıracak, Erdoğan nefes alacak. Gücü olan buyursun, kendisi çıksın, benden talep etmesin.
'‘ERDOĞAN ALTIN KEMERİ KAPTIRDI''
Meşruiyetin iki olmazsa olmaz ayağı var. Bunlardan biri sandık, diğeri demokratik yönetim. Bir sandıktan çıkacaksın, iki hukuka uygun adil yöneteceksin. Erdoğan bunlardan birincisini gerek, yeter şart sayıyor. Örneğin işte 17-25 Aralık'taki tapelerden sonra 31 Mart (2014) tarihinde yerel seçimi kazandı. ‘Biz onun hesabını sandıkta milletimize verdik’ dedi, geçti. Erdoğan sandık sonucuna dünyadaki demokratik standartların üstünde bir önem atfeden lider. Sandıktan ne çıktıysa odur diyor. Yolsuzluğu da örter diyor sandığın sonucu hak ihlallerini de örter diyor. Burada ezberi bozan şey 31 Mart (2024) seçimleri. Yani şöyle ifade edeyim. Erdoğan sandıktan çıkmayı ağır sıkletteki unvan maçı gibi görüyor. Altın kemer bende diyor. İlk kez kemeri kaptırdı. Kemeri kaptırınca kimyası bozuldu. Ve şu anda Erdoğan meseleye şöyle yaklaşıyor: ‘Bir sandık icat etmeliyim ve o sandıktan galip çıkmalıyım.’ Erdoğan'ın temel yaklaşımı bu. Sanki girdiği, gireceği seçimden birinci çıkacakmış gibi ‘Erdoğan'a bir dönem daha verelim’. diyorlar. Var bir dönem, erken seçimde hemen aday olabiliyorsun. Anayasada ikinci dönemi olduğu için seçimler erken yapılırsa son bir kez aday olabilir diyor. Gel, gir seçime kazan o zaman. Bu nasıl bir kibir, nasıl bir özgüven? Sanki Erdoğan aday olsa kazanacakmış. Kazanamayacak.
''ÇATIŞMASIZLIK SÜREÇLERİNİ ÇALIŞIYORUZ''
Çatışmasızlık süreçleri anayasa değişiklikleri, çözüm süreci zamanında konuşuluyordu. Biz bu konuda çok makale okuduk. Çok arkadaşımız çalışıyor. Diyarbakır'da sivil toplumla yaptığınız görüşmelerde de söyledim. Aslında bugün CHP’nin söylediğinden çok farklı bir şey söylemiyorlar. O günde zaten bu söylemi oturturken dünyadaki başarılı örneklere bakmıştık. Öncelikle müzakereler öncesi dönem tarafların birbirine karşı samimi olması, tutamayacağı sözler vermemesi ve toplumsal tepkileri yükseltecek taahhütlerde bulunmaması gerekir deniyor. Mesela bugün baktığınızda Sayın Bahçeli'nin yaptığı iş tam son düğmeyi ilk baştan ve yanlış iliklemek. Sonra müzakere sürecinin şeffaf olması, adil olması, izlenebilir olması, samimi olması söyleniyor mesela bu süreçlerde... Tabii zaman zaman uluslararası bir takım örgütler, bir takım devletler falan garantörlük meseleleri var. Bu sürecin bugün Abdullah Öcalan'ın yürüttükleri sürecin tıkanmasına, Abdullah Öcalan'ın bir garantör devlet talebi olduğuna ilişkin tartışmalar da var. Bunu da not etmek gerekir. Ama müzakere sürecinin olmazsa olması toplumsal mütabakat. Bunun da güçlü parlamento olan olduğu ülkelerde en doğru zemini parlamento. Çünkü halkın son seçtikleri ve son halk iradesinin yansıması. Biz de bu yüzden hep parlamento odaklı şeffaf hesap verebilir, samimi ve toplumsal mutabakat arayan bir süreçten bahsediyoruz. Benim burada Sayın Bahçeli'nin konuşmasını yaptıktan yaklaşık bir saat sonra kürsüye çıktığımda bu çerçeveyi çizerken bir noktanın da altını çizmiştim. Toplumsal mutabakat noktasında şehit ailelerinin ve gazilerimizin gözünün içine bakamayacağımız hiçbir türlü sürecin tarafı olmayız dedim. Aynı noktadayım.
Eleştirenlere bakıyorum, Öcalan’ı getirin Meclis’te konuşsun diyen Bahçeli'ye değil de Meclis odaklı olsun, samimi olsun, izleyelim ve toplumumuzda mutabakat olsun diyen Özgür Özel’e laf ediyorlarsa orada zaten bir samimiyet sorgulaması lazım. Bu süreci bizim açımızdan olmazsa olmazı şehit aileleri derken şunu söylüyoruz. İnsanlar sıvasız evlerinden evlatlarını davulla, zurnayla, elinde kınayla yolladılar. Kırmızı al bayrakla geri gel. Bu insanlara ‘Benim evladım boşa mı öldü?’ dedirtemezsiniz. Eğer bu insanlar bunu düşünüyorsa bu toplumun yüzde doksanı bunu düşünür zaten. Bir meseleyi adım adım, bazı demokratik adımlar atılıp da karşılığında bir silah bırakma olacaksa buna şehit aileleri de ‘Biz yandık başkası yanmasın. Bu adımlar makuldür, buradan ülke bölünmez, bayrak inmez noktasından bakarsa benim evladım boşuna ölmedi, hatta belki de benim evladım ölmeseydi buralara gelmezdi. Benim evladım öldü ama bu ülkeyi böldürmedi. Şimdi de bir daha böyle bir tehlike kalmıyor’ rızası olabiliyorsa işte toplumsal mutabakat burada olur. Ben o yüzden çok önemli görüyorum. Bu meselede hayatını kaybedenlerin annelerinin evlatlarının eşlerinin mutabakatı çok önemli. Bu da çok özenli ve çok böyle ilmek ilmek örülmüş bir süreç de olur. Bunu böyle yapanlar başarıyor. Devlet Bey'in yaptığı gibi başarmıyor. Daha önce verdiğim bir örneği tekrarlayayım. Devlet Bey'in Allah sağlık, afiyet versin, apandisit şikayeti olsa önce bir moral iğnesi yaparlar, oksijene bağlarlar, biraz narkoz verirler, uyuma uyuma arası bir durumda üç delik açarlar, laproskopik cerrah ile alırlar o apandisti. Risk binde yarım bile değildir.
Devlet Bey, bu kadar süreçsel kazanımları, dünya örneklerini bir kenara bırakıp, apantisti olana vikinglerin apantistik ameliyatını öneriyor. Böyle kamayla karnını yarayım, avucunu sokayım, çıkarayım. E patlayacak, ölecek hasta. Sadece Öcalan'ın bitsin demesiyle terörün bitmeyeceğine ilişkin çok fazla değerlendirme, çok fazla açıklama, çok fazla paylaşım duyuyoruz.
BAŞKA BELEDİYELERE KAYYUM RİSKİ VAR MI?
Ulaşıyor bir sürü. Ben böyle bir şeye kalkışacaklarını düşünmüyorum. Mevcut olanlardan geri adım atmalarını bekliyorum. O noktada Sayın Bahçeli’nin “Yargı süreci takip edilmeli, bu geçici bir tedbir” demesine aşırı önem atfetmesem de kıymetli. Mansur Yavaş’a karşı son günlerde Melih Gökçek ve onun FETÖ’cü hesaplarından bir saldırı var. Sürekli imalar var. Sayın Başkanımıza da bir takım MİT’in içindeki bazı kişilere bazı talimatların gittiğine, hazırlık yapılmasına ilişkin bilgiler ulaşmış. Soru üzerine MİT Başkanına yönelttim, cevap bekliyoruz. 29 Ekim’den önce MİT Başkanı’na bir yazı yazmıştım. AK Parti’ye gidip bir sunum yaptınız. Onların bilip bizim bilmememiz gereken ne olabilir? 29 Ekim günü ayaküstü sohbet ettik. Dedi ki ‘Yazınızı okudum, bir sorun yok. En kısa sürede talebinize cevap vereceğiz’ dedi. Bunun üzerine bir de bugünkü konu geldi. Konunun takipçisi olacağız.
‘'AKP’NİN GRİSİYLE YARIŞMAYACAĞIZ''
Gökçeklerin iddiasının 17 Mayısta Gülşen, 18 Mayısta Murat Boz, 19 Mayısta Mor ve Ötesi, ayrıca 7 gün boyunca devasa sahnenin yükselmesinin, AOÇ’de etkinliklerde aktif olduğunu, yüzbinlerce kişiye hizmet eden o devasa dijital sahnelerin, ekranların 71 milyon liranın toplamı olduğunu ifade etmiştim. Başkanımız sanatçılara ödenen paranın bahsedilen paranın onda birinin altında olduğunu söylemişti. AK Parti’li belediyelerin bahsedilen bedeli bundan üç-dört yıl önce kullandığını gördük. Kocaeli Belediyesi geçen yıl 198 milyon ödediğini ve kendisinden fazla ödeyen 30 AK Parti’li belediyenin örneklerini verdi. CHP’li belediyeler örneğin anket satın almalarında artık SODEM’in eş güdümünde hep birlikte bir standardizasyona gidiyorsak, bu kültür sanat faaliyetleriyle ilgili tartışmaların olmaması ve CHP’li belediyeleri töhmet altında bırakmaması açısından gelecek yıldan önce SODEM üzerinden tüm sanatçılarla, sahne kurum şirketleriyle yapılacak görüşmelerle hedefimiz CHP’li 417 belediyenin kaç kişilik konseri ne kadar verildiğini ve bunun bize tek bir fiyat olarak önerilmesini, bunların genel merkez koordinasyonunda kamu kaynakları en makul şekilde kullanılması iradesini koyduk. Birkaç ay içinde bunları çalışıp 2025’te bir eşgüdüm ve standardizasyon getirme konusunda CHP olarak kararlıyız. Bütün renkler kirlenirken birinciliği beyaza verirler. AK Parti grisiyle yarışacak halimiz yok. Biz beyazlığımızı korumaya devam edelim.
İMAMOĞLU'NA YASAK
AKP’ye bu işe yeltenmemesini tavsiye ederim. Bunun bir hukuki değil, siyasi karar olduğunu herkes bilir. Bunu 2019’da yaptıklarında millet ağır bir bedel ödetti. Bir şiirden dolayı yasaklı duruma düşüp, bu mağduriyetle iktidara geldiğini gören Erdoğan’ın herhalde benzer bir durumu Cumhurbaşkanlığı adayında olası ve en kuvvetli rakiplerinden birine yaşatmayı istemesi akılla bağdaşır değil. O yüzden akıllarını başlarına alsınlar. Böyle bir şeye kalkıştıklarında Türkiye’nin ne kredi notu ne itibarı kalır. Böyle bir kötülüğü ben İstanbul’a Türkiye’ye yapmasınlar diyorum.
BAKIRHAN'IN SÖZLERİ
Duymadım, duysaydım da otobüs üzerinden cevap vermezdim. Çünkü o otobüs Ahmet Türk’le ve Mardin halkıyla dayanışma otobüsü. Tuncer Bakırhan’a had bildirme otobüsü değil. Ama Tuncer Bey orada yanlış yapmış. O otobüs cumhuriyetle hesaplaşma otobüsü de değil. Bu yüzden ben Tuncer Bakırhan’ın kullandığı cümlelerle mutabakatım yok, itirazım var. Ama bunu da daha önce Mecliste tartışmalarda ifade ettim. Ama sözün karşılığı sözdür. Suçlusu bu işin Erdoğan. Sen barış dilini konuşturan Ahmet Türk’ü susturursan, başka bir dil ortaya çıkıyor. Şeyh Sait konusunda nasıl sessiz kalabilirim? Terörle, cumhuriyete isyanlarla ilgili düşüncelerim belli. Buna cevap vermek yerine dokunulmazlık kaldırmak gibi meseleyi yine hak ihlaline dönüştüren aklın yarattığı sorun var ortada.''